“ÇAKICI DAĞDAN İNMİYOR” SA… HADİ BİZ ONA GİDELİM

“ Çakırcalı Mehmet Efe 1872’de Ödemiş Türkönü (Ayasuluk) köyünde doğar. Babası da dağlarda yıllarca efelik yapmış. Ahmet Efe, Osmanlı’nın sözüne inanıp düze inmiştir.

“ÇAKICI DAĞDAN İNMİYOR” SA… HADİ BİZ ONA GİDELİM

“ÇAKICI DAĞDAN İNMİYOR” SA… HADİ BİZ ONA GİDELİM

“ Çakırcalı Mehmet Efe 1872’de Ödemiş Türkönü (Ayasuluk) köyünde doğar. Babası da dağlarda yıllarca efelik yapmış. Ahmet Efe, Osmanlı’nın sözüne inanıp düze inmiştir.

Sanırım 1965 yılının yazıydı. Erzurum’a otuz dört kilometre uzaklıktaki kaplıcalarıyla bilinen Hasankale (Pasinler) ilçesinde, belediyenin çadır kurarak çermiklerden yararlanacak konukları için ayırdığı, uçsuz bucaksız bir korunun insan belini aşan çayırları üstüne biz de ailecek tenefli, tek direk, aynalı dediğimiz çadırlarımızı kurup yerleşmiştik.

Yaz boyunca sıcak yerlerde yaylaya çıkmak, bugünkü moda deyimle yazlığa gitmek gibi bir eylemdi bizimkisi de. En az üç ayımızı bu ağaçlık yemyeşil alanda, çadırlarda kalarak geçirir, çermiklerin (kaplıca) kükürt yüklü şifalı sularında, doğanın sümbül, yarpuz, kekik kokuları içinde hiç görmediğimiz, bulamadığımız denli ağaç gölgesi ve temiz hava içinde yaşardık.

Erzurum’un varsıl ailelerinin yaylası, sayfiyesi dahası birbirlerine caka sattıkları ve varsıllıklarını eğlenceye bezeyerek sundukları bir dönemdi bu üç ay. On bir yaşlarındaydım. Gözü açık, her şeyden biraz bilen, okuma aralarında çadır kazıklarını geren ip boşluğuna uzanarak göğü seyretmekten başka eğlencesi olmayan, su kabaklarıyla kükürtlü sularda yüzerken uzak denizleri düşleyen bir düş gezginiydim.

Her gün, belediye sinemasının iki film birden afişini sırtlayarak çadır aralarını gezen ve elindeki megafondan halkı sinemaya çağıran tek gözlü dişsiz kara kuru adamın sesine koşar, filmin afişini inceler ve bir şey anlamasam da annemi açık hava sinemasına çekecek türlü türlü ayartıcı tümceler kurardım.

O gün her günden farklıydı sanki. Afiş panosunda “ Hasankale Çermik Şenlikleri ve Halk Oyunları Yarışması. Parasızdır. Bütün Halkımız Davetlidir.” yazılıydı ve altında tarih saat yer açıklamalarını örten koca resimlerle halk oyunlarını tanıtan fotoğraflar basılıydı.

Çocukça bir heves ve iç titremesiyle tek tek incelemiştim. Ben de usta bir folklorcu iyi bir ekip başıydım ya. O geceyi, çocuk belleğimin en parlak fotoğrafı olarak anımsarım. Sahne olarak hazırlanan yerde kıyametler kopuyor, her ekip renkli yöresel giysileri içinde uzun ve deli alkışlarla sahne alıyor, arkasından oyuncular büyük bir gururla sahneden iniyordu.

Davul zurnalar, sipsiler, tulumlar, sazlar, tefler eşliğinde yer yerinden oynuyordu ya…

Birden bir grup oyuncu, halkı yara yara sahneye doğru ilerlemeye başlamıştı. Başlarındaki feslerin dört bir yanı renkli iğne oyalarıyla süslü, işlemeli cepkenleri, lacivert çuha pantolonları…ama bir terslik vardı bu işte. Koskoca adamlar neden kısa pantolon giymişlerdi.

Kıllı bacakları kısa çizmelerin içinde, kısa paçalı kalçası büzgülü bu pantolonlarla şimdiye kadar oynayanlara hiç benzemeyen ağır oyunlar oynamaya başlamışlardı bile. Biraz önce yeri yerinden oynatan, sahnenin çatma tahtalarını çatır çatır inleten Hançer Barı’na, Sarhoş Barı’na hiç benzemeyen oyunlar…

Koca çayırı dolduran yüzlerce insanda çıt yoktu. Ben de dahil herkes soluğunu tutmuş, tek bir baş, tek göz, tek yürekmişçesine, sahnede ibadet edercesine dönen, her dönüşte kolların göğe, dizlerin yere, bedenin ve başın gurur dolu bakışlara değip geçtiği bu adamlara kilitlenmiştik.

Elindeki tanıtım pankartıyla dolaşan aynı giysili bir adam her dönüşünde “EFELER! İNCİR VE ZEYTİN DİYARINDAN! EGE’DEN, EFELER DİYARINDAN BİR İMBAT” tümcelerini halka gösterse de biz hep aynı soruyu sormayı sürdürüyorduk.” Nerden gelmişler? Kim bunlar?” İşte EFE’lerle ilk kez böyle tanışmıştım!

Yıllar boyunca, yaşadığım her coğrafya parçasında o yerin kutlu ve kadim renklerine, seslerine ve yaşamını oyalayan güzelliklerine, eşsizliklerine tapınmayı ilke edindim ve ‘efeler’in de ne demek olduğunun gizli sorusunu, bulabildiğim yanıtlarla “Kurtuluş Savaşı Destanı” içindeki kahramanlıklarını da yüreğime yazıp aklımda tutarak, içimde yanıtlayıp durdum hep.

Eksiğimin ne denli çok ve derin olduğunu Etem ORUÇ’un “ ÇAKICI DAĞDAN İNMİYOR” adlı kitabını okuduğumda daha bir anladım. Bildim ki, çok şeyin eksikliğiyle bakmışım efeler diyarındaki ulaşılmaz doğrulara, yaşamlara, doğanın tanıklığına ve insan öykülerine.

Zirvesinde karın kurtlandığı, sis, tipi, boran üçlemesinin kılçıklı kama gibi toprağa ve göğe saplandığı, kaya patlatan ayazın en az dokuz ay egemen olduğu Palandöken’in eteklerinde bir yaylada, Erzurum’da dünyaya gözlerini açmış insanlara; Ege’nin başı yeşile, etekleri maviye gömülü menevişli, deli kokulu dağlarını anlattığınızda ne duyumsar, nasıl bir düşle oyalar ruhunu, sonsuz sıcağı hangi buzda ılıtır da sürer ömrünün öte yarısına.

İşte ben bu karmaşık duygularda çalkalana çalkalana okudum ‘Çakırçalı / Çakıcı Mehmet Efe’nin’ Aydın dağlarındaki / ovasındaki efsaneleşmiş öyküsünü.

Yazar Etem ORUÇ, bir ömre yaydığı araştırmalarının, incelemelerinin, anı derlemelerinin ve yüz yüze sohbetlerden devşirdiklerinin ışığında “Çakıcı Mehmet Efe” yi yeniden, bugünün içinde yaşayan bir kahraman olarak anlatmayı başarmış.

Belleğimizin yakın tarihimizi anlatan bölümünde var olan bütün efelerin kahramanlıkları, vatan sevgileri, direniş ve değer yargıları, yöresel ve bölgesel kabuller içinde yaşananlar ve mitleşmiş yanlarıyla halk arasındaki saygınlıkları ya da reddedilişleri dupduru bir dille anlatılmış.

“ÇAKICI DAĞDAN İNMİYOR” adlı kitabında Etem ORUÇ, üstüne doğurulduğu Ege topraklarını Aydın’dan Ödemiş’e, Salihli’ye, Karacasu’ya, Nazilli’ye, Çakıcı Mehmet Efe’nin doğduğu (Ayasuluk)Türkönü’ne, Birgi’ye, Tire’ye, Yenipazar’a, Çine’ye, Kuyucak’a, Akçaova’ya, Arpaz’a, Muğla’ya, Kula’ya, İzmir’e, Manisa’ya, Konya Ermenek’e…uzanan onlarca, yüzlerce kilometrelik alan içindeki toprakları, bu topraklar üstünde yaşanan olayları, olayların tarihi örtüşümlerini / ilişkilerini, Çakıcı Mehmet Efe’nin bir kızanı gibi, onların peşi sıra, adım adım dolaşarak hatta tarihsel gerçeklikleri ve halkın eklediklerini karşılaştırıp ayıklayarak büyük bir titizlikle, belgelerle ve mantık örgüsüyle bezeyerek sunmuş.

Yakın tarihimizin Kurtuluş savaşı ile destanlaşan ve Ege’den başlayarak tüm yurda yayılan özgürlük mücadelesinin / ateşinin en önemli aktörlerinden sayılan Efelerin birçoğu, yaşamlarından aktarılan bilinmeyenleriyle yeniden belleklere yerleştiriliyor bu kitapla. Gölcük, Bozdağ, Yunt Yaylası, Bademiye, Adagide, Adagüme, Karıncalıdağ, Beşparmak, Madran Dağları bu dağların ovaların uçsuz bucaksız güzelliği içinde at koşturan kendi adaletlerini sağlamanın peşindeki efelerin yaşadıkları ve yaşattıkları, o günün siyasi, bölgesel, tarihsel konjonktürü içinde Osmanlı’nın yanlı ve yanlış politikaları paralelinde yorumlanarak anlatılıyor.

Bu kitapta Etem ORUÇ’un, bu toprağın bütün özelliklerini çok iyi biliyor olmasının yanı sıra, baba amcasının Çakıcı Efe’nin yanında yardımcı efe olmasının, ailenin efelik geleneğiyle iç içe bir kültürü bire bir yaşamasının, anne dedesinin Demirci Efe’nin kızanlarından olmasının, bölgenin anılarındaki zengin efe söylencelerinin ve yaşamakta olan kültürün derin izlerini görmek olası. Bu izler bölge insanının türkülerinde, manilerinde, giysilerinde, pazar yerlerinde, folklorunda, ekip biçtiğinde, derleyip sattığında, alıp verdiğinde, yazıp okuduğunda kısaca, günün ve yaşamın her saatinde hâlâ capcanlı ve onur veren bir dirençle diri tutulmaya çalışılmakta.

Tarihin resmi söyleminde olmayan, ya da asi, şaki, eşkıya olarak adlandırılan nice kahramanların bu topraklara saçtığı genetik kahramanlık; Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa, Sultanhisarlı Kadıoğlu, Yağdereli Sinanoğlu, Atçalı Kel Mehmet, İnce Mehmet Efe, Çakıcı Efe, Demirci Mehmet Efe, Yörük Ali Efe ile anımsatılıp taçlandırılırken, kahramanlığını ve aydınlığını dünyanın kabul ettiği Mustafa Kemal’in de bu topraklardan Balkanlara zorunlu göçle itelenmiş “Kızıl Hafızlar” ailesinin bir bireyi olduğunu, ‘Sarı Zeybek’ oynayışındaki görkemli görüntünün onun genlerinden sızan efe yanını kanıtladığını, Osmanlı’nın ısrarla ezip geçtiği, yok saydığı Yörük / Türkmen boylarının, bağrından çıkardığı Efeler sayesinde ayakta kalabildiğini ve haklarını alabildiğini düşündürücü olaylarla aktarıyor.

Osmanlı’nın savaşa asker, hazineye vergi kaynağı olarak gördüğü Türkmen boylarının sınır bilmez zulüm altında titrediği dönemlerde azınlıkların, Rum, Boşnak, Arnavut, Çerkez gruplarının, pervasız bir rahatlıkla devlet güçlerini parmaklarında oynatmaları ve kendi çıkarları doğrultusunda örgütlenerek saldırganlık ve kıyıma varan eylemleriyle bu toprakların gerçek halklarına kan kusturmaları ve her türlü zarar ziyanlarının yasalar gereği Osmanlı hazinesinden karşılanıyor olması, Türkmenler bitmeyen savaşlara verdikleri evlâtlarına yanarken, daha ürün tarlada iken başına dikilen öşürcülerin zulmüyle inlerken, azınlıkların ticaretle her geçen gün daha zenginleşmeleri, refah içinde sorumsuzca keyif çatmaları ve bölgeye hükmetmeleri, efelerin sabrının ve bardağın taştığı son nokta olarak ve yıkılmakta olan bir imparatorluğun bölgesel ve dönemsel kırılma noktası olarak da algılanabiliyor.

“ÇAKICI DAĞDAN İNMİYOR” adlı kitabında Etem ORUÇ bölgenin çok iyi tanıdığı Çakırcalı ya da Çakıcı Mehmet Efe’yi okurlarına anlatırken, onun yaşam öyküsüne ilişkin özetle “ Çakırcalı Mehmet Efe 1872’de Ödemiş Türkönü (Ayasuluk) köyünde doğar. Babası da dağlarda yıllarca efelik yapmış. Ahmet Efe, Osmanlı’nın sözüne inanıp düze inmiştir. Arnavut Hasan Çavuş onu kalleşçe öldürür. Babasının öcünü almak için 1893’te Çakıcı dağa çıkar. Efeliğe yepyeni kurallar getirir. 17 Kasım 1911’de 39 yaşında Karıncalıdağ’da vurulur. Çakıcı’nın başına padişahça konulan 4000 altın ödülü kimse alamaz. Çünkü kimin vurduğu tam olarak belli değildir. Şair Eşref’in “Affetse de hükümet, Çakıcı affetmez.”dizesi belleklerde kalır.”diyor.

Şair Eşref’in “Affetse de hükümet, Çakıcı affetmez.”dizelerine gizlenen temel beklenti, adalet arayışında / sağlanmasında oluşan güven, Aydın yöresinde egemen olan zulmün çözümünde devletin değil, halkın içinden çıkan ve ezilenin bütün varlığını bağladığı Efelerin söz üstünlüğü ve adalet uygulamasına bir göndermedir.

Dağların yasasına eklemlenen Efelerin yasası, doğanın kadim yasalarıyla birleştiğinde yaşama ve yönetime meydan okuyan nice olağanüstülüklere de kapı aralıyor. Çetin doğa koşullarına meydan okuyan Çakırcalı Mehmet Efe’nin, zeybeklerinin, kızanlarının dudak uçuklatan serüvenleri, kahramanlıkları ve keşke böyle yapmasalarmış, ya da oh ne iyi olmuş dedirten eylemleri, yok edilen ve yok edenlerin mavzerlerinden yaşamın ak pak mavisine sıkılan yiğit ve kahpe kurşunlar, dağları yırtan nal seslerinden boşluğa akan mert yiğit umut serpen, devşiren Iraz Abla’dan başlayan direnç, özveri, sevda katılığı ve öteki kadınlara akan aşk yüklü insan öyküleri, hep bu coğrafyanın yüreğine izlerini dökerek insanların belleklerinde yer ederek, türkülere ağıtlara sızarak tarihin ve zamanın karnına ad çakarak geçip gitmiş.

Efe yasaları dedik ya, “Halktan yana olacaksın, yoksulu kollayacaksın, içki içmeyeceksin, ibadetini yapacaksın, kolayca tanınmamak ele düşmemek için fotoğraf çektirmeyeceksin!” başlıklarını içeren temel insanlık yasaları. “Mazlumun yanında, zalimin karşısında saf tut ve adaletin, akı karadan ayırsın” diyen, insan gibi insan olmayı belleten yasalar, ne ki, dağlara hükmeden zulüm elbet bir gün Çakırcalı Mehmet Efe’nin de ömrüne ve gücüne son noktayı koyacaktır.

Etem ORUÇ “Çakıcı Mehmet Efe’yi tanıtırken betimlemeleriyle bir fotoğraf çekiyor adeta. Önünüze konulan o fotoğrafta, bölge efelerini, omuz omuza vermiş zamana bakarken, ya da yay gibi gerilmiş usulcacık sekmelerle, yere diz vuruşlarıyla, orak gibi gerilmiş kalkık kolları ve dünyayı dolaşan mağrur bakışlı gözbebeklerindeki hışımla, bir zeybekte toprağa diz vururken o muhteşem giysileri içinde düşleyebiliyorsunuz.

“Çakıcı Mehmet Efe, orta boylu, geniş omuzlu, heybetli yürüyen biriydi. O da Ege’nin diğer efeleri gibi giyinirdi. Başındaki fesine renk renk dağ çiçekleri işlemeli oyalı bir yazma dolardı. Bu çiçekler özgürlüğün, doğa ananın bir simgesiydi. Fesinin üzerindeki uzun püskülü sol omzundan öne doğru sarkıtırdı. Sırtına üzeri ipekten işlemeli, doğa çiçekleriyle süslü, çuhası masmavi bir camedan giyerdi. Beline halis Acem şalı sarar, üzerine siyah sahtiyandan yapılmış, beş altı katlı bir silahlık tuttururdu.

Bu silahlığa da sapı pırlantalarla işlenmiş gümüş kama, yılan dilli, zehirli bir hançer, bir de tabanca yerleştirirdi.” (Sf:39) derken gözümüzün önüne geliveren sadece Çakıcı Mehmet Efe değil elbette. Bu başarılı betimleme, bütün Ege’de efelerin, dünden bugüne taşıdıkları ve zeybek oynarken ölümsüz figürlerle süsledikleri o topraklara özgü yaşamın renk renk yeniden hayat bulmasının anlatımıdır.

Efeler yörede güvenin, inancın, kahramanlığın ve adaletin simge adlarıdır. Yöre halkının ‘çalı kakıcı’ olarak adlandırdığı haydut, hırsız, uğursuz takımından olmayıp onlara korku salarak hadlerini aşmalarına engel olan efelerdir.

Çakıcı Mehmet Efe’ye, İngilizlerin ‘Türklerin Robin Hood’u, Fransızların ‘Roi des Montagnes…yani Melik-ül Cibal yani Dağların Kralı’ demesi, Efe’nin zengin çiftlik sahiplerinden ve tüccarlardan aldığı altınları, gümüş paraları yoksullara, çobanlara, evlenecek gençlere dağıtması ve haksızlığa uğrayanları savunması yüzündendir.

Evliya Çelebi’nin “Dağlarından yağ, ovalarından bal akıyor.”diyerek övdüğü bu topraklarda, doğa ne denli cömert ve adilse yönetimdeki insanlar da o denli kıyıcı ve gaddardır. Etem Oruç’un Ege topraklarını anlatırken kullandığı dilin yöresel tadı, kendine özgü betimlemeleri doğaya bir kat daha güzellik kazandırıyor.

Yollar, bağlar, ormanlar, dağlar, köyler güzelliklerini yazarın sesine, diline, gözlerine sermişçesine bir anlatımın içine çekiliyor o büyüye kapılıveriyorsunuz. ‘Doğa ananın bin bir renkli, desenli kilimini, yazmasını toprağın yüzüne serdiğini’ imlerken, kekik, mersin, nane, yosun, sümbül, yarpuz, geven kokularını, pürenlerin, çamların, narların insanı hazdan eriten güzelliğini’ dinleyerek o dağlarda yüreğinizle geziniyorsunuz.

Çakıcı Mehmet Efe’nin hazin sonu kitapta iç titreten, hüzün yayan tümcelerle veriliyor. Gaddar bir düzene alabildiğince gaddarlaşarak karşı koyma mücadelesindeki bu insanlar, ölüm anında bile cesetlerine yapılacak insanlık dışı muameleyi bildiklerinden olsa gerek cesedin ele geçmemesi, geçerse tanınmaması için başının, ellerinin kesilmesini isterler. Mezar yerlerinin belli olması, bilinmesi bile, olası hakaretler için zemin hazırlayacağından engellenmek istenir sevenlerince.

“Fotoğraf çektirmeyeceksin!” uyarısına karşın çekilen iki fotoğraf ve kesik elleri ve alınmış başıyla öylece ayaklarından asılarak teşhir edilmekte iken sadece bir ben sayesinde teşhis edilen o kahraman bedenin, dağlarda vurulanların, iti ite kırdırmayı yönetme erdemi sananların, çıkarlardan beslenen kin’in mavzerlere sürüldüğü bir düzenin, vicdanlarda açtığı oyuk, bugün hâlâ belleklerde ve yüreklerde öylece duruyor ve aynı sızıyı duyumsatıyorsa, bence o dağlarda yönetene meydan okuyanı değil, ezerek yöneteni, zulmü serpeni çağlarca yargılamak vicdani bir sorumluluk olmalı.

Koca imparatorluğun sahipsiz halklara ve unutulmuş topraklara egemen olduğunun acı örnekleriyle yüzleştikçe yurt dışına taşınmış, kaçırılmış tarihi eserlerimiz gibi yağmalanan doğa zenginliklerimizden de haberdar olacaksınız bu kitap aracılığıyla.

Satır aralarında değil yazarın direk verdiği bilgilerden öğreniyoruz ki, Çakıcı’ya dağlarda kalması, barınması ve yaşamını sürdürebilmesi için silah, mermi, mühimmat ve diğer yaşamsal yardımlarda bulunan Levanten aile Whitaller, bu yardım karşılığında adamlarının dağlardan sümbül, dağ lâlesi soğanı toplarken sorun yaşamamalarını ve güvenliklerinin Çakıcı tarafından sağlanmasını istemektedirler. Toplanan bu soğanlar yurt dışına ihraç edilmekte, yani ülke doğası el altından talan edilmektedir.

O günlerde olmasa da bugün bu talanın ne anlama geldiğini yok olup giden, nesli tükenen safran, anemon vb. bitkilerimizden anlamaktayız.

Etem ORUÇ Nazilli’de yaşayan, eserlerinde doğduğu toprakların, bütün Ege’nin, tarihi, doğası, insanı, dünü, bugünü, yarınıyla, bütün özellikleriyle bireyselden ulusala, ulusaldan evrensele taşınmasında çok emeği olan bir yazar. Ege’den başlayan serüvenini, tüm ülke düzeyinde insan odaklı örgütlemesi ve gözünü dünya insanlarının hallerine çevirecek evrensel yetkinliği göstermesi de öğretmenliğinin bir sonucu. Eğitimci kimliği, yazar kimliğiyle iç içe geçmiş, araştırmaları ve ürettikleri ile doğduğu / doyduğu topraklara borcunu ödemenin iç ferahlığıyla yazmaktadır.

“ÇAKICI DAĞDAN İNMİYOR” adlı kitaptan çok şey öğrendim. Tadına doyulmaz bir Ege gezisinde, doğanın alına moruna karışan iç titreten Efe öyküleriyle, doyumsuz bir serüvene atılmanın heyecanı ve hazzını yaşadım.

Tarihin karnına akarken birbirine karıştırılmış nice olayı, yeniden yerlerine oturtan, çözümleyen aklımla ve Efelerin aşkları, acıları, korkuları ve insan yanlarıyla harmanlanan hep birinci ağızlardan derlenmiş tanıklıklarla bezeli yeni bir tarih bilinci oluşturdum.

Etem ORUÇ, coğrafyasına borcunu öderken okurlarının / bizim ceplerimize de fazladan efe liraları serpiştirdiğini bilemeden alçakgönüllü bir tavırla sunmuş kitabını. Oysa alkışlanası bir çabanın ürünü bu kitap. Okunmalı!

Efelerin dağ titreten naraları kadar keskin, gür bir sese sahip bu kitap ‘Çakıcı’yı dağdan inmeye’ ikna edemese de, yazarının başarısını alkışladığımızı ve yeni kitaplar için yüreğimizle destek verdiğimizi anlatmayı başaracaktır.

24 Kasım 2011 /İzmir

(ETEM ORUÇ “ÇAKICI DAĞDAN İNMİYOR” / Berfin Yayınları – Nisan 2011- İstanbul )
 

İsa Kırım

YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER