Beynimiz, demokrasiye tehdit mi?

Beynimiz, demokrasiye tehdit mi?

Beynimiz, demokrasiye tehdit mi?
Yanlış bilgilere dayalı görüşlerimiz, gerçek bilgilerle karşılaşınca değişiyor mu? ''Hayır'' diyor bilimadamları. ''Değişmeyi bırak, yanlış görüşte daha da ısrarcı hale geliyoruz''. Demokrasi teorisinin temellerini sorgulayan tartışmanın detaylarını merak ediyor musunuz?

Siyasi çizgilere mensup insanların önemli bir kısmı, savundukları şeylerin tam tersi gerçek bilgiler olgular ortaya çıktığında, siyasi tavrını gözden geçireceği yerde, daha da fanatikleşerek görüşlerine bağlılığını daha da artırıyor. Neden?

Salı günleri siyasi parti liderlerinin grup konuşmalarını dinliyor musunuz? Siyasi görüşünüzün oluşmasında bu konuşmaların rolü nedir? Yani A partisine bağlıyken, B partisinin liderinin söyledikleri karşısında, ‘yanlış düşünüyormuşum’ deyip B partisine geçme ihtimaliniz nedir?

Boşverin o sorunun cevabını, ben bir soru daha sorayım; Hayatınızda hiç siyasi parti programı okudunuz mu? Yani, partilerin niçin varolduklarını, iktidara gelirlerse neler yapacaklarını ve kısmen de olsa nasıl bir Türkiye görmek istediklerini anlatan metinleri baştan sona okudunuz mu? Bu parti programlarını okuyarak oyunu veren bir seçmen var mıdır? İtiraf ediyorum, hukuk mektebi okumuş bir seçmen olmama ve yiyecek paketlerindeki etiketler dahil, dili farketmez yazılı herşeyi okuma oburu olmak gibi bir hale düçar olmama rağmen, hayatım boyunca tek bir parti programını bile baştan sona okumuşluğum yok.

Hepimiz makul ve adil bir tartışma ortamında muhataplarımıza fikrimizi kabul ettireceğimize inanırız. İnsanlar bizim gibi düşünmüyorlar, çünkü bizim bildiklerimizi bilmiyorlar. Ah bir anlatma fırsatı olsa nasıl da yanlış fikirlerini değiştirecekler. Acaba?

Daha vahimi, hepimiz duruşumuzun sağlıklı bilgilere dayandığına ve eğer bu bilgilerimizin yanlış olduğunu ispatlayacak bilgiler ortaya çıkarsa, mahcub bir edayla da olsa görüşümüzü değiştireceğimize inanırız. Acaba?

Çok soru sordun, var dilinin altında bir bakla diye işkillenmeye başladınız. Ama ‘’inanın’’, olay ‘’bildiğiniz’’ gibi değil…

Son zamanlarda siyaset bilimi alanında yapılan çalışmalar, demokraside ‘bilginin’ gücüne inananların hevesini kıracak sonuçlar ortaya koyuyor. Kısaca dedikleri şu: Veriler/bilgiler, sanıldığı kadar siyasi görüşümüzü fikrimizi değiştirmeye yetecek güce sahip değil. Hatta, kanaatimizin yanlış olduğunu ortaya çıkaran bilgilerle yüzleştiğimizde, fikrimizi değiştireceğimize, ona daha koyu şekilde sarılıyoruz.

Araştırmayı yapan Michigan Üniversitesi. Bana size haber vermem için yazan Joe Keohane. Pazar günü Boston Globe’da yayınlanan, ‘’Gerçekler nasıl ters teper’’ başlıklı yazısıyla , ciddi ve güzel bir tartışma başlattı. NPR’dan, Atlantic’e, Times’a kadar epey medya organı tartışmaya katıldı.

Ama aslında konuyu gündeme getiren Michigan Üniversitesinden Brendan Nyhan başkanlığında bir araştırma grubu. ‘’Journal of Political Behavior’’ adlı bilimsel yayının Haziran sayısında, "When Corrections Fail: The Persistence of Political Misperceptions(Düzeltmelerin başarısız olduğu zaman: Politik yanlış algılamalardaki süreklilik)" başlıklı nefis bir araştırma raporu.

Bu siyasal araştırma grubunca yapılan araştırmalar, yanlış bilgilendirilmiş insanların özellikle de siyasi partizanların, yanlış bilgilendirildikleri konulardaki gerçek bilgilerle yüzleştiklerinde bile fikirlerinde bir değişiklik olmadığını ortaya koyuyor. Aksine gerçeklerle karşılaştıklarında fikirlerindeki fanatiklikleri daha da artıyor.

Kendi tecrübemden bir örnek vermek istiyorum. 2003 yılı sonlarına kadar ABD’deki tutucu tayfadan kişilerle tartışmalarımızda Irak savaşını savunmalarının sebebinin Saddam’ın kitle imha silahlarına sahip olması ve 11 Eylül saldırısını planlayan kişi olduğuna samimiyetle inanmalarıydı. Biliyorsunuz, bunlar Bush yönetiminin de temel savaş gerekçeleriydi. Ancak, Irak’ta tek bir kimyasal silah ve 11 Eylül ile Saddam arasında toplu iğne ucu kadar bile bağ bulunamadığı halde, Bush yönetiminin bunu bile bile halka yalan söylediği en yetkili ağızlardan itiraf edildiği halde, ve dahası ‘yalanlar’ üzerine kurulu bu savaşın yol açtığı ekonomik kriz, en çok da çoğunluğu fakirlerden oluşan bu tutucuların hayatını mahvettiği halde, aynı savaşta en çok bunların çocukları öldüğü halde, ortaya saçılan gerçekler Bush’a ve savaşa desteklerini azaltmak yerine daha da artırdı. Kendisini ikinci defa seçtiler.

Joe Keohane diyor ki, ‘’Gerçeğe dair veriler, güçlü antibiyotik gibi etki ediyor yanlış kanaat sahibine. Yanlış kanaatini daha da güçlendiriyor.’’

Bu tespit aslında demokrasi için kötü işaret. Çünkü, seçmenlerin nerdeyse üçte ikisi, belli politik görüşlere ‘zaten’ sahip, kafası birçok bilgi ve kanaatle dolu insanlardan oluşuyor. Kararsızların oranı, çok nadiren dörtte bire yaklaşıyor. Ve düşünün ki siyasi görüşlerin sahiplerinin çoğu, görüşlerini çürüten objektif ve nerdeyse kesin bilgileri öğrendiklerinde, tamamen bilgisiz yandaşlarından çok ama çok farklı bir tepki vererek, yanlışta ısrarlarını derinleştiriyorlar.

Michigan Üniversitesinden araştırmayı yöneten grubun başındaki politik bilimci Brendan Nyhan diyor ki, ‘’Genel fikir şu ki, yanlış olduğunu kabullenmek kesinlikle bir tehdit’’ ve ekliyor, ‘’Bu fenomene ‘geri tepme’ diyoruz. Zihinsel ahenksizlikten kaçınmak için bir psikolojik savunma mekanizması.’’

Okumuş beton kafa daha büyük tehdit

Yani, demokraside, ‘’göbeğini kaşıyan adam’’ , ‘’bidon kafa’’ ve benzeri problemler gerçekte yok. Çok eğitimli oldukları halde, gerçekler bilgiler gün aşırı yüzlerine çarpıldığı halde fikri sabitlerinden milim şaşmayan insanlarla dolu bir ülkemiz var. Önüne bir değil 100 milyon tanede belge delil ortaya koysanız, bugün yazdığından başka bir şey yazmayacak ‘aydın’larla dolu bir medyamız, düşünce hayatımız var.

Stony Brook Üniverstesinden Charles Taber ve Milton Lodge’un 2006 senesinde yaptıkları araştırma da, demokrasideki gerçek problemin, tahsil seviyesi düşük seçmen ve sofistikasyon seviyesi düşük politikacı olmadığını savunuyor. Araştırmacılar, siyasi çizgilerdeki sofistike ve eğitimli kişilerin, yeni bilgilere, sofistike ve eğitimli olmayanlara göre çok daha kapalı olduğunu ortaya çıkarmış. Eğitimli insanlar elbette ki dile getirdikleri konuların önemli bir kısmında haklı ama haksız oldukları zamanlarda asla aksini kabullenemiyorlar. Taber ve Lodge bunu şu açıdan önemli buluyor; Bu kişiler demokrasi teorisinin en ağırlıkla dayandığı kişiler.

‘’Bilgi’’ sandığımız çok şey ‘’kanaat’’ aslında

Fikirlerimizi zaman içinde ölçe biçe oluşturduğumuzu düşünmek hoşumuza gidiyor. Ama maalesef ölçe biçe sorgulaya sorgulaya oluşturmuyoruz çoğunu. Bilgiye dayandığını sandığımız birçok fikrimiz ‘kanaate’ dayanıyor aslında. ‘’Bilgi’’ sandığımız çok şey ‘’kanaat’’ aslında. Bunun çok büyük bir riski var. Kötü bir bilgiyi bile, kanaatimizi takviye ettiği için sorgulamaksızın kabul etmeye hazır hale getirir. Bu takviye de haklı olduğumuzdan duyduğumuz konforu artırırken, doğru bilgilere daha az kulak vermemize yol açar.

Üniversite kantinlerinde köşe kapmak için, tek bir kişinin bile fikrinde değişikliğe yol açmayacak saçma pankartlarını asabilmek için birbirlerine sopalarla saldıran üniversitelileri düşünün. Ya da boşverin. Düşünceyle bağını koparmış kişiyi biz niye düşünelim.

Eminim ki ben haklıyım sendromu

Çoğu zaman gerçeğin en uzağında olan insanlar en saldırgan politik tavırlara kayıyor. Illinois Üniverstesinden James Kuklinski öncülüğünde 2000 senesinde Illinois eyaleti içinde yapılan sosyal araştırmada, politik tercih sahiplerinin, ülke gündemini en fazla meşgul eden, dolayısıyla en fazla bilginin dolaştığı konularda bile pozisyonlarının ‘bilgilere’ değil, ‘kanaatlere’ dayalı olduğu tespit ediliyor. Kuklinski, buna ‘Eminim, ben haklıyım’ sendromu diyor ve uyarıyor: ‘’Bu sadece, insanların çoğunun yanlış kanaatlerinin düzeltilmesine direneceğini değil, kanaati en temelsiz olanın, düzeltmeye en az yanaşacak olacağını da ifade eder.’’

Peki nasıl oluyor da yanlışlarda bu kadar ısrar edebiliyoruz? Hatta bazen yanlış olduğunu bile bile haklı olduğumuzdan bu kadar emin olabiliyoruz? İnsan, fıtratı gereği tutarlı olmaya meyyaldir. Psikolojik araştırmalar, insanların, bilgileri mevcut yargılarını pekiştirecek şekilde yorumladığını gösteriyor. Dünya hakkında bir fikrimiz varsa, bu fikrimizi destekleyen bilgileri ‘pasif’ olarak hemen kabul ediyorken, fikrimizi yalanlayan bilgileri ise ‘aktif’ olarak reddediyoruz. İsmet Özel’den okumuştum yanlış hatırlamıyorsam, ‘’Kitap okurken bile, mevcut yargımızı pekiştiren satırların altını çiziyoruz’’.

Ben örneği az önce verdim ama Newsweek dergisi de geçen sene ‘’kitle imha yalanları’’ adlı haberinde bu soruyu Buffalo Üniversitesinden sosyolog Steven Hoffman’a sormuş: ‘’Neden gerçeği ortaya çıktığı halde yalanlara inanmaya devam ediyoruz?’’. ‘’Motivated reasoning’’ yani ‘’güdülenmiş düşünme’’ diyor Hoffman. Rasyonel düşünmüyoruz. Neye güdülenmişsek bu inancımızı destekleyecek bilgileri arıyoruz. Ve onu bulduğumuzda bu bilginin sağlam olup olmadığı ile nerdeyse hiç ilgilenmiyoruz.

Joe Keohane’ye döneyim. ‘The Journal Political Behavior’un geçen ayki sayısında yayınlanan bir araştırmayı aktarıyor. Eğer, kanaatimizi pekiştiren ‘verileri’ içselleştirirsek, bir daha da onu oturduğu yerden oynatmak çok zorlaşıyor. Michigan Üniversitesinden profesör Nyhan ve arkadaşları 2005 senesinde yaptıkları araştırmada, tutucu kesmlerin Irak’ta kitle imha silahları bulunduğuna savaştan öncekinden bile daha güçlü inanmaya başladıklarını tespit ediyor. Profesör Nyhan, ‘’insanlara doğru bilgileri verdiğinizde bunu kabul edeceklerine inanmak çok fazla iyimserce olur’’ diyor.

Demagogları besleyen sır

Ama durum tamamen umutsuzca değil. Yaptığı araştırmalarda, kendiliğinden bilgileri teyit idmanı yaptırdığı deneklerin, bu idmanı yapmayanlara göre yeni bilgileri kabullenmekte daha esnek hale geldiğini ortaya koyuyor. Bu araştırma sonucunu tarif etmek için Joe Keohane’nin çok önemli olduğunu düşündüğüm yorumunu bold halde tekrar edeyim: ‘’Kendinizle barışıksanız, kendiniz hakkında rahatsanız, özgüveniniz yerindeyse farklı düşünceyi dinleyeceksiniz. Ancak kendinizi özgüvensiz ve tehdit altında hissediyorsanız diyaloga kapalı olacaksınız, dinlemeyeceksiniz.’’

Bu, demagogların, insanları ajite etmekten nasıl nemalandıklarını da açıklayan sırdır aslında. Çünkü hitap ettikleri kitleden ne kadar çok kişiyi korkutmayı başarırlarsa, o kadar kişinin karşı düşünceyi dinlemesini engellemiş olurlar.

Asırlarca, peygamberler, bilgeler, filozoflar, insana hep şu altın öğüdü verdi: Nefis muhasebesi! Kendini sorgula! Kendine bak!

Ancak beynimiz insan olarak çevremize çabuk adapte olabilmemiz için, istihraç (çıkarsama), sezgi gibi kestirme muhakeme araçları kullanacak şekilde yaratılmış. Bu kestirmeler olmaksızın çok az şey yapabiliriz. Kendimizi tamamen onlara bıraktığımızda ise politik yanlışlıkların fanatizmine sürüklenme riski çok yüksek.

Siyaset bilimi bunu diyor. Ama, adına ek olarak ‘bilim’ kelimesi alan disiplinlerin bilim olmadığına peşinen inananlardansanız, sizi ben bile ikna edemem. Yazımı yazarım, gerisine karışmam☺

Allah, yanlışta ısrar edenlerden eylemesin.

Analiz / CEMAL T. DEMİR
turkish journal

YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER